Türk Edebiyatındaki Edebî Akımlar
1 sayfadaki 1 sayfası
Türk Edebiyatındaki Edebî Akımlar
Türk yazın akımının gelişimindeki özgün eğilimler
Ama burada, yine akım sözcüğüyle nitelenen ve daha çok bir ulusun sanatçılarının değişik arayışlarının yol açtığı kümelenmeler biçiminde ortaya çıkan eğilimleri, sayılan akımlarla eşdeğer tutmamak gerekmektedir. Bunlar, genel olarak sayılan akımlar içinde yer alan, özel olarak da her ulusun kendine özgü koşulları içinde ayrıntıları değişen, o ulusun kültürüyle biçimlenen sanat tutumları olarak görülmelidir. Ayrıca, özellikle şiirde, kimi zaman kısa süreli, aynı sanat akımına bağlı değişik kümelenmeler bile görülmektedir. Bütün yazın türlerinde de benzeri oluşumlara rastlanabilir. Sözgelimi Milli Edebiyat akımını genelde gerçekçilik içinde ele almak gerekir, ama özelde Türkçülük akımından ayrı düşünülemez. Yine aynı akım içindeki Refik Halit Karay’ı ise Türkçülük akımına bağlamak olanaksızdır. Sonra, Fecr-i Ati akımı görünürde Edebiyat-ı Cedide’ye tepkidir, ama onu aşamadığı gibi kısa sürede onun içinde erimekten de kurtulamaz. Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz: Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat, Garip, İkinci Yeni gibi, Türk yazınının bellibaşlı akımları saydığımız devinimler, hem evrensel yazın akımlarının etkileri, hem de Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde toplumsal değişmelerin, düşünce akımlarının Türk yazınına yansıması açısından değerlendirilmelidir. Bu oluşum altyapı-üstyapı ilişkilerinin, kültürel gelişmelerin bütün karmaşıklığını taşır.
Bu nedenle konuya, salt evrensel yazın akımları açısından değil, Türk yazınının gelişim sürecinde bir kendine özgülük taşıyan eğilimler açısından yaklaşmayı deneyeceğim.
Divan yazınında, günümüzdeki anlamıyla, akımların varlığından söz edilemez. Daha doğrusu divan yazınının kendisi, dayandığı dinsel nitelikli dünya görüşü, kurallara bağlanmış biçemi, yinelenen mazmunlarıyla başlı başına tek bir akımdır. Altı yüz yılı aşkın gelişim sürecinde, biçim yetkinliğine, söyleyiş ustalığına ulaşmış ozanların çevresinde ya da izinde kümelenmeler görülür yalnızca. Nazirecilik bunun en somut görünümüdür. Yazın tarihlerinde rastlanan Baki okulu, Nedim okulu gibi nitelemeler bu açıdan değerlendirilmelidir. Toplum yapısını altüst edecek dönüşümlerin gerçekleşmeyişi ve dine dayalı dünya görüşünün egemenliği sanatta, gerek öz gerekse biçim açısından yeni oluşumları önler. Yeni gibi görünen arayışlar, eğilim düzeyini aşamadan, divan yazınının ilkeleri, başka deyişle kalıpları içinde dönenir durur.
En son tarafından Çarş. Ocak 16, 2008 5:37 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Divan edebiyatındaki durum
Divan edebiyatındaki durum
Bu eğilimlerden özellikle ikisi üzerinde durmak gerekmektedir: Sebk-i Hindi ve yerlileşme eğilimi.
Sebk-i Hindi, Hint tarzı, Hint biçemi demektir. Hindistan’da, Baburlu Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiş, XVII. yüzyıl divan sanatçılarından Nef’i, Naili, Neşati, Nabi gibi ozanlar, bütünüyle bu akım içinde yer almamakla birlikte ondan etkilenmişlerdir. Böylece, Sebk-i Hindi’nin, “Bilmeceyi andıran karmaşık mazmun ve anlatımlar, hayal oyunları, güçlükle anlaşılır, beklenmedik ve alışılmamış benzetmeler, sentetik bir şiir dili” (Fahiz İz) olarak sıralanabilecek özellikleri, divan şiirinin kalıplarını kırmak yerine bu kalıplarla oynamak ustalığına yol açmıştır denilebilir. Bir bakıma bu, şiiri bütünüyle zihinsel çalışmanın ürünü yapıyor, çevreden, yaşamdan kopararak düşünceyle sınırlıyordu. Şiirde bilgece tutumun, atasözlerini kullanmanın, özdeyiş niteliği taşıyan dizeler düzmenin yaygınlaşması da bunun sonucudur.
Sebk-i Hindi, Hint tarzı, Hint biçemi demektir. Hindistan’da, Baburlu Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiş, XVII. yüzyıl divan sanatçılarından Nef’i, Naili, Neşati, Nabi gibi ozanlar, bütünüyle bu akım içinde yer almamakla birlikte ondan etkilenmişlerdir. Böylece, Sebk-i Hindi’nin, “Bilmeceyi andıran karmaşık mazmun ve anlatımlar, hayal oyunları, güçlükle anlaşılır, beklenmedik ve alışılmamış benzetmeler, sentetik bir şiir dili” (Fahiz İz) olarak sıralanabilecek özellikleri, divan şiirinin kalıplarını kırmak yerine bu kalıplarla oynamak ustalığına yol açmıştır denilebilir. Bir bakıma bu, şiiri bütünüyle zihinsel çalışmanın ürünü yapıyor, çevreden, yaşamdan kopararak düşünceyle sınırlıyordu. Şiirde bilgece tutumun, atasözlerini kullanmanın, özdeyiş niteliği taşıyan dizeler düzmenin yaygınlaşması da bunun sonucudur.
Yerlileşme eğilimini ise biçim ve öz açısından iki ayrı düzeyde ele almak gerekmektedir. Biçimde yerlilik, dilde, söyleyişte yabancı sözcüklerden kaçınmak, Türkçeye yönelmek olarak özetlenebilir. Türki-i Basit (Basit Türkçe) adı verilen bu akımın temsilcileri XVI. yüzyıl ozanlarından Tatavlalı Mahremi ile Edirneli Nazmi’dir. Nazmi’nin Basit Türkçe şiirleri 45.000 beyti aşan divanına serpiştirilmiştir. Fuat Köprülü, Nazmi’nin bu yoldaki şiirlerini seçip divan biçiminde yeniden düzenleyerek “Divan-ı Türki-i Basit” adıyla yayımlamıştır (1928). 285 manzumeyle 56 müfretten oluşan yapıttaki şiirlerin sanatsal değer taşıdığını söylemek güçtür.Konular divan şiirinin konularıdır, ölçü olarak da aruz kullanılıştır. Ama gerek sözcük dağarcığı, gerekse ad ve eylem bildiren sözcüklerin çekimleri bakımından bu şiirlerin değeri yadsınamayacağı gibi Arap-Fars etkisindeki divan şiirine bir tepki olduğu da gözden uzak tutulamaz. Ayrıca Türkçeye yöneliş, Nazmi’yi, halk şiirlerinde çokça görülen cinas örneklerine itmekle kalmamış, benzetmelerde yaşadığı çevreden, yaşamdan yararlanmasına da yol açmıştır. Yine de,
“Yargılanmak umusun komayalım gel Nazmi
Ki çalap kullarını suç ile yindek karamaz”
benzeri, yabancı sözcükler kullanmadan, salt Türkçe şiirler yazılabileceğini de kanıtlamayı amaçlayan bu eğilim yaygınlık kazanamaz. Bunun nedeni, yalnız anılan ozanların güçsüzlüğünde değil, yetiştikleri çevrede, içinde bulundukları yazın ortamında, divan şiirinin dünyasından kopamayışlarında da aranmalıdır.
XVIII. yüzyılın sonunda Nedim’le belirginlik kazanan yerlileşme eğilimi ise öze ilişkindir. Nedim’in divan şiirine yenilik getirdiğini söyleyenler, kalıpları kırdığını, bilinen mazmunlarla yetinmediğini, yaşamı yansıttığını, yalın, akıcı bir söyleyişi olduğunu; şiirlerinde neşe ve alayın, ten zevkinin dile getirildiğini söylerler. Ama ondan önceki divan şiirine bakıldığında, bu sayılanların hiç de yeni olmadığı görülür. Dahası Nedim’deki neşeyi ve alaycılığı Baki’de bile bulabiliriz. Hele Rumelili ozanlarda yerlilik, neredeyse genellenebilecek bir özelliktir. Kısacası Nedim’i gelenekten koparmak olası değildir. Ama onun şiirini, divan geleneği içine oturttuktan sonra “kendi içinde ele alacak olursak, onda kendisinden önce gelenlerden, hatta çağdaşlarından ayrılan, realite ile hepsinden başka ve çok daha sıcak bir şekilde kaynaşmış bir tarafın da bulunduğu görülür” (A.H. Tanpınar).
Başka bir söyleyişle Nedim, dış dünyadan aldıklarını duyduğu gibi verir. İzlenimlerini ve gözlemlerini soyutlaştırarak bir süs biçiminde kullanmaz. Minyatürle resim arasındaki ayrım neyse, kendinden öncekilerle Nedim arasındaki ayrım da odur. Yeni mazmunları, yeni benzetme ve buluşları bir yana, divan yazınının ölü sevgilisini canlandırır. Onunla kendisi arasında öyle bir ilişki kurar ki, dünya dışı varlığın kıpırdadığı, soluk aldığı görülür. Asıl yeni olan da budur. Nesnelerle, genel anlamda dünyayla kurulan bağ, yaşama karşı takınılan tutum onu yeni yapar. Nedim’in şarkı biçimini yeniden canlandırması, bu biçimin en güzel örneklerini vermesi de bu tutuma bağlanmalıdır. Yansıttığı dünya ne ölçüde gerçekse, gerçekliğe yaklaşırsa; duyguları ne ölçüde içten ve yürekten geliyorsa, dili de o ölçüde gerçeğe yaklaşır. İstanbul Türkçesi’nin en güzel örnekleri sayılabilecek,
“Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun
Billahi döğer dur hele dayen seni görsün
Dahı küçüceksin yalınız yatma üşürsün
Serd oldu heva çıkma koyundan kuzucağım”
benzeri yüzlerce dize buna örnek gösterilebilir. Ayrıca divanında rastlanan heceyle yazılmış bir türkü, tek örnek olsa da, kimi denemelere giriştiğini göstermesi açısından ilginçtir.
Ama Nedim’in açtığı bu çığır da yaygınlık kazanamaz. Geleneğin dışına çıkamaz çünkü. Ardında onu hazırlayan ya da dayanabileceği yeni bir düşünce devinimi, kültürel bir birikim yoktur. Lale döneminin (1718-1730) ozanıdır ve dönemin Patrona Ayaklanmasıyla kapanması onun da sonu olur. Bir başka büyük ozanın, Şeyh Galip’in (1757-1799) Nedim öncesi şiirle bağlantı kurması ve Sebk-i Hindi’den etkilenmesi, onun şiirinin yanlış yorumlanmasına, salt uçarı özüyle ve dış görünüşüyle alınmasına yol açar.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Halk yazın akımı - Yunus Emre
Halk yazın akımı - Yunus Emre
Divan yazını, halk yazını biçiminde iki kümede incelediğimiz eski Türk yazınında tasavvufla (gizemcilikle) beslenen bir yazın akımına özel yer ayırmak gerekmektedir. Yunus Emre’ye bağlanan gizemci halk yazınıdır bu. Bir düşünce akımına dayanması, ortak temler çevresinde ortak söyleyişlerle birbirine bağlanarak gelişmesi ve belli bir inanca bağlı olanlarca benimsenip sürdürülmesiyle halk yazını içinde ayrı bir yer tutmakla kalmaz, bir akım, bir çığır niteliğini de kazanır. “Bu edebiyatın ürünlerinden bir bölüğü uyarıcı ve öğreticidir. Bir bölüğü ise, tasavvuf neşvesi içinde ilahi bir inancın heyecanıyla yazılmış, özelliği ve içtenliği bütün halkın zevkini okşayagelmiş tekke şiirleridir” (A.S. Levend). Denilebilir ki, bir din felsefesi sayabileceğimiz tasavvuf, divan yazınında olduğu gibi, halk yazınını yalnız etkilemekle kalmamış, halk yazını içinde gelişen bir akımın temelini oluşturmuştur.
Türk yazın tarihine ilişkin çalışmalarda bu konu gereğince değerlendirilmemiş, türsel nitelikleri açısından yazın ürünlerini sınıflamakla yetinilmiştir. Oysa gizemci halk yazını içinde değerlendirdiğimiz ürünleri verenlerin toplumsal konumlarını, kişiliklerini göz ardı etmemek gerekir. Bu ozanlar bir tarikata bağlıdırlar, şeyh ya da derviştirler. Aşık tarzını benimseyenlerin bile bir eğitimden geçtikleri bellidir. Üstelik şiiri inançlarını, inandıkları doğruları yaymada bir araç olarak kullanmaktadırlar. Halk yazınını, seçmelerinin nedeni de budur. Başka deyişle, halk yazını içinde yetişmemişler, amaçları gereği halk yazınına yerleşmişlerdir. Anadolu gezimci halk yazınının babası saydığımız Yunus Emre’nin yetiştiği dönemi, XIII. yüzyıl Anadolu’sunun toplumsal görünümünü anımsamak bunu yeterince kanıtlar.
Beyliklere bölünmüş, Moğol yayılması sonucu kargaşa içindeki Anadolu’da dervişlerin başarıya ulaşmaları, gezemcilik düşüncesini yaymaları ve halkı tarikatlar çevresinde toplamaları onun dilini, onun yazınını kullanmakla olsaydı. Nitekim yaşamı bilinmemekle birlikte, şiirlerinin düşünsel yapısından, Yunus Emre’nin de halk ozanı tipine sokulamayacağı kolayca anlaşılmaktadır. Dili, söyleyişiyle halk ozanı olan Yunus, özüyle sözcüğün gerçek anlamında bir düşünürdür. Akımın başlıca ozanları Aşık Paşa, Eşrefoğlu, Nizamoğlu Seyyid Seyfullah, Himmet (Bolulu) de medrese öğrenimi görmüş, divan yazınını, Arapça ve Farsça’yı bilen aydın kişilerdir. Hepsi de şeyhlik katına yükselmişlerdir.
Yunus Emre’ye bağlanan gizemci halk yazınının, ayrıca tarikatlar çevresinde, başlıca iki kolda geliştiği görülür: Melami-Hamzavi halk yazını, Alevi-Bektaşi halk yazını. Bunlardan birincisi, akım niteliğini korurken, melamilik ve hamzaviliğin ilkeleriyle sınırlanarak bir zümre yazını biçiminde gelişir. “Tek sözle söylenmesi gerekirse bu edebiyat, aşka ve cezbeye, fakat akıllıca cezbeye ve bilgiye dayanan ağırbaşlı, biraz da Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle karışık bir edebiyattır” (Abdülbaki Gölpınarlı). Hacı Bayram-ı Veli, Dukakinzade Ahmet, Ahmet Sarban, Kaygusuz Vizeli Alaeddin, İdris-i Muhtefi, Emir Osman Haşimi, Muhyi, Oğlanlar Şeyh İbrahim, Gaybi Sunullah bu yolda ürün veren ozanların başlıcalarıdır.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Alevi-Bektaşı Yazını
Alevi-Bektaşı Yazını
Alevi-Bektaşi halk yazını ise daha değişik bir nitelik taşır. Aleviliğe ve Bektaşiliğe özgü terim ve deyimlerin kullanılması, tarikat ilkelerinin dile getirilmesi, şiirlere şii-batıni inançların egemen olması gibi özellikleriyle tasvvufi halk yazını içinde özel bir yer tutarken; yaşama sevincini, doğa segisini, dünyaya bağlılığı dile getiren ürünleriyle de din dışı halk yazınına bağlanır. Bunun nedeni, Alevilik ve Bektaşiliğin tarikat olarak daha çok kırsal kesimlerde yaygınlık kazanmasıdır. Tarikatın bu özelliği Alevi-Bektaşi ozanların ürünlerine de yansır. Eytişimsel bir gelişim sonucu dinselle din dışı olan bir noktada kesişir. Ozanların kırsal kesimden oluşu, halk yazını geleneği içinde yetişmeleri de bu durumu besler. Böylece Alevi-Bektaşi şiirleri ikili bir görünüm kazanır. Sözgelimi Pir Sultan Abdal,
“Pir Sultanım aydur dünya fanidir
Kırkların sohbeti aşk mekanıdır
Kusura kalmayan kerem kanıdır
Gönlünde karası olan gelmesin”
derken bir Alevi-Bektaşi ozanıdır; ama,
“Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşlere yandırır
Her evin devliğin öküz döndürür
İrençberler hoşça tutun öküzü”
diyerek toprağa, doğaya bağlı bir halk ozanı oluverir. Bir akım görünümündeki tekke şiirinin, halk yazını içinde ele alınan ürünlerinin çoğunun Alevi-Bektaşi kökenli olması da buna bağlanmalıdır.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Tanzimat: Doğunun yerine batı
Tanzimat: Doğunun yerine batı
Bilindiğince, XIX. yüzyılda Batılılaşma akımına koşut olarak gelişen Türk yazını, roman, öykü tiyatro gibi yeni türlerin denenmesiyle çağdaş bir çizgiye girmiş; Türk yazınının yönü Batı düşüncesinin temel alınması sonucu değişmiştir. Batıyla ilişkiler, aydınların bir batı dilini öğrenmeleri, batı yazınından yapılan çeviriler, batıdaki siyasal eğilimlerle, ideolojilerle tanışma bir uygarlık değişimini de gerektirmiştir. Başka deyişle doğunun yerini batı almıştır.
Batılılaşma ve buna bağlı olarak yeni bir kültüre açılınması başlangıçta Türk yazınını da batı yazınının güdümüne sokmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar bu konuda şunları söyler: “Sırf edebi cereyanlar yönünden bakılırsa, bu yüz sene içinde Türk edebiyatının Garp edebiyatlarında ve bilhassa Fransız edebiyatında mevcut bütün cereyanları uzak ve yakın fasılalarla, muntazam surette takip ettiği görülür.”
Bileşimin gerçekleştirilemediği Tanzimat döneminde iyice belirgindir bu. Özellikle de öykü ve romanlarda. Çünkü şiir, en azından biçim olarak bir geleneğe yaslanmaktadır. Oysa, bir düzyazı geleneği olmakla birlikte, öykü de, roman da tür olarak yenidir. Tanzimat sanatçısı için. “Yeni Türk edebiyatını kurmak için gayret eden ilk iki neslin (1825 ve 1840 sıralarında doğanlar: Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal) zevk ve gayretleri hemen hemen aynıdır. Bu iki neslin ikisi de XVII. asır Fransız klasikleriyle beraber XVIII. asır Fransız filozoflarını ve gene Fransız romantiklerini okumuşlardır” (Tanpınar). verdikleri ürünlerde de coşumcuları izlerler. Ama Tanzimatçıların coşumculuğu, batıdaki örneklerde olduğu gibi, bu akımı besleyen toplumsal ve düşünsel özden yoksundur.
Gerçi Tanzimat romanı belli toplumsal koşulların sonucudur. Ama bu toplumsal koşullar, batıda olduğunca yapısal bir değişimin sonucu değillerdir. Daha doğrusu, üretim araçlarının el değiştirmesi sonucu üretim ilişkilerinin değişmesi söz konusu değildir. Diyelim, batıda da roman salt ekonomik ve toplumsal olanın önceliğiyle açıklanamaz. Ama kentsoyluluğun gelişimiyle sanat da yeni özlere, yeni biçimlere açılmıştır. Bir bakıma kentsoyluların Fransız devrimiyle tam olarak egemenliklerini kurmaları, bilim ve sanat gibi üstyapı kurumlarının yardımıyla gerçekleşir, öncü görevini bunlar yüklenir, kentsoyluların egemenliğinin pekiştirilmesini sağlarlar. Victor Hugo’nun, coşumculuğu, “edebiyat olan Fransız devrimi” biçiminde tanımlaması bu doğruyu vurgular. Çünkü devrimden önce siyasal güç, kentsoyluların derebeyleri yıkmak için geçici bir işbirliğine girdikleri prenslerin, soyluların elindedir. Temel ilkelrei us, gerçek ve doğa olan klasisizm bu sınıfın çevresinde gelişir. Coşumculuk ise usun yerine duyguyu koyar. Klasisizmin gerçeği belli bir güzellik anlayışıyla sınırlıdır, ölçülü biçilidir. Coşumculuk bütün sınırları yıkar, onun gerçeği yaşamdır. Klasisizm geneli anlatır, tiptir onun için önemli olan. Coşumculuk ise, özeli yakalamaya çalışır, tiplerle değil, kişiliklerle uğraşır. Bu nedenle de bireycidir, bireyciliğin utkusudur.
İşte bu nedenle, kendilerini kurtarıcı olarak gördükleri için coşumculuğun düşçü yanı Tanzimatçıları etkilemişti denilebilir. Doğu düşüncesi insanı siler çünkü. Birey olarak yoktur insan. Tanrı vardır yalnızca ve insan onun suretidir. Oysa Tanzimatçıların karşılaştıkları batılı insan, eğitilmiş, bilgili, toplumu ileriye götüren yaratıcı insandır. Onlar da hemen, bu insanın oluşumu üzerine düşüneceklerine, o insan gibi olmaya çalışmışlardır. Böylesi bir çabanın inanmış, duygulu, coşkulu bir aydın tipi yaratacağı açıktır. Kısacası batı coşumculuğu, Tanzimatçıların ruhsal durumuna uygun düşmektedir.
Ayrıca, coşumculuğun sıradan yapıtlarda cıvıklaşan duyguculuğu sanatçılarımızı yeninin ta kendisi olarak çekecek, bu duygusallık Tanzimatçılarda bir ağlama duvarı oluverecektir. Sonuçta, batı coşumculuğu nasıl yozlaşarak kurtuluşu kaçışta ve gerçekle bağdaşmayan bir düşte bulmuşsa, Tanzimat coşumculuığu da bu düşü sanatçılarda yaratıcı bir imgelem olmadığından - ölüm kılığına sokarak, insanların kurtuluşunu onları öteki dünyaya göndermekte bulmuştur.
Coşumculuğun bellibaşlı niteliklerini basitleştirmekte ve her romanda kullanılabilecek reçeteler biçimine getirmekte ustadır. Tanzimat sanatçıları. Bu reçeteleri ilkel olarak ortaya koyan Ahmet Mithat, en iyi biçime sokan ise Namık Kemal’dir. Üstelik ekonomik ve toplumsal koşulların ezdiği, İslam gizemciliğinin etkisiyle kendisini edilgen bir dünya görüşüyle koşullamış Türk insanının günlük yaşamında, yüzeysel olarak alınınca hemen ağlamaklı bir coşumculuğa konu olabilecek tablolar çoktur.
Sözgelimi köle kız ya da köle erkek bütün Tanzimat romanında boy gösterir. Ama köle insandan yola çıkarak kölelik kurumuna, giderek toplumsal düzenin bozukluğuna bıçak atabilmek olasıyken, işin duygusal yanına kaçılmıştır hep. Buysa doğal bir sonuçtur. Coşumculuğun etkisi, bilinçsizlik ve deneysizlikle birleşince, Tanzimat sanatçısının bir aşama yapması olanaksızdı. Yalnız Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeştinde bu öykünün kimi gerçekçi çizgiler taşıdığı görülür. Daha doğrusu gözlem girer öyküye. Ama bu gözlem, esir pazarının anlatılması ya da esir yaşamından bir iki tablo çizilmesidir, o kadar. Yoksa, Sergüzeşt’te Tanzimat coşumculuğunun bütün özelliklerini taşır.
Oysa Tanzimatçıların ürün verdikleri yıllarda, batıda coşumculuk çoktan aşılmış, gerçekçi anlatım yöntemleri alabildiğine geliştirilmişti. Coşumcu dönem içinde ele alınmakla birlikte gerçekliğin asıl öncüleri sayılan Balzac’
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Fecr-i Ati: Arkadaş topluluğu
Fecr-i Ati: Arkadaş topluluğu
Burada zaman sırasını bozarak Meşrutiyet yıllarında ortaya çıkan bir topluluktan, Fecr-i Aticilerden söz etmek gerekiyor. Çünkü Fecr-i Ati, görünürse, Edebiyat-ı Cedide’ye tepki olarak doğan bir akım olduğunu savlamış, batıdaki benzerlerinde olduğu gibi belli ilkeler çevresinde birleşen bir yazın topluluğu biçiminde ortaya çıkmıştır.
24 Şubat 1909’da sanat anlayışlarını, amaç ve ilkelerini bir bildiriyle açıklayan topluluk şu adlardan oluşmuştur: Ahmet Samim, Ahmet Haşim, Emin Bülent Serdaroğlu, Emin Lami, Tahsin Nahit, Celal Sahir, Cemil Süleyman, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Şahabettin Süleyman, Abdülhak Hayri, İzzet Melih Devrim, Ali Canip Yöntem, Ali Süha Delilbaşı, Faik Ali Ozansoy, Fazıl Ahmet Aykaç, Mehmet Behçet Yazar, Mehmet Rüştü, Fuat Köprülü, Müfit Ratip, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İbrahim Alaettin Gövsa. Bu üyelerden kimileri anlaşmazlık ya da başka nedenlerle topluluktan ayrılmışlardır. 1912 sonlarında dağılan topluluğa önce simgesel olarak Faik Ali, sonra sırasıyla, Fazıl Ahmet, Hamdullah Suphi ve Celal Sahir başkanlık etmişlerdir.
Babıali’deki Hilal basımevinin bir odasında ilk toplantısını yapan ve Faik Ali’nin bulduğu Fecr-i Ati adını benimseyen topluluğun sanat anlayışı, yayımladıkları bildiride yer alan şu düşüncede odaklaşır: “Sanat şahsi ve muhteremdir.” Örnek olarak da şiirde simgeciler, öykü ve romanda Maupassant, tiyatroda İbsen alınır.
Ama Fecr-i Aticiler, kurumlaşmak isterken gözettikleri, yazının ve topumsal bilimlerin ilerlemesine çalışmak, sanatçılar arasında birlik ve dayanışmayı sağlamak gibi amaçları yaşama geçiremediler. Edebiyat-ı Cedide’ye karşı olmakla birlikte ne tepkilerini açık seçik ortaya koyabildiler, ne de özellikle dil açısından ondan kopabildiler. Üstelik her fırsatta tersini belirtmelerine karşın Edebiyat-ı Cedide’nin süreği sayıldılar. Bir dergi çıkaramamaları ve başlangıçta Servet’i-Fünun dergisi çevresinde toplanmaları da buna yol açtı. Meşrutiyet’le gelen görece özgürlük ortamından yararlanarak çıkarılmış değişik eğilimlerdeki dergilerde yazmaları ise dağınıklık getirdi. Ayrıca, “sanat şahsi ve muhteremdir” ilkesini, herkesin ayrı ayrı görüşlere sahip olması, sanatı değişik biçimlerde anlaması olarak yorumlamaları bu dağınıklığı çabuklaştırdı. Belli bir sanat anlayışında, belli değer ölçülerinde birleşmeyi değil, bireysel özgürlüğü ve bunun sonucu olarak da çeşitliliği savunuyorlardı. Her biri yalnız kendi duyuşuna, kendi beğenisine göre bir güzellik yaratma çabası içindeydi.
Bu durum, Fecr-i Ati’nin bir yazın akımı değil, birbirlerine arkadaşlık duygularıyla bağlı genç sanatçıların oluşturduğu bir topluluk olduğunu gösterir. Nitekim her biri sanatını bir başka yolda geliştirecek, değişen toplum koşullarında değişik sanat anlayışlarına varacaktır.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Genç Kalemler ve Türkçülük
Genç Kalemler ve Türkçülük
XIX. yüzyılın sonlarında, yazını da etkileyen, daha doğrusu besleyen üç düşünce akımıyla karşılaşılmaktadır. Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık’tır bu üç düşünce akımı. Genellersek Edebiyat-ı Cedideciler batıcı, eskiyi savunanlar İslamcı ve Osmanlıcıdır. “Türkçe Şiirler” (1899) adlı kitabıyla Mehmet Emin Yurdakul da Türkçülüğe bağlanır. Bu üç akım, Cumhuriyet’e dek Türk yazınındaki akımları belirleyecek, Cumhuriyet’ten sonra da siyasal kümelenmelere bağlı olarak etkinliğini sürdürecektir. Ama günümüze ulaşan Türk yazını, özellikle 1930’dan sonra başka bir çizgide gelişir.
Şimdi kısaca XX. yüzyıldaki gelişimi izleyelim. Mehmet Emin Yurdakul’un çıkışı, ancak Meşrutiyet’te bilinçli bir çizgiye oturtulur ve bir akım niteliği kazanır. Milli Edebiyat adıyla anılan bu akımı başlatanlarsa, Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler dergisiyle Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp’tir.
Nisan 1911’de yayımlanan Genç Kalemler, daha önce çıkarılan Hüsn ve Şiir adlı derginin süreğidir. Ad değişikliğinin gerekçesi ilk sayıda şöyle açıklanır: “Evet, gazetenin heyet-i tahririyesi (yazı kurulu) sizin evvelce tanıdığınız gençlerdir. Onlar düşünüyorlardı ki Hüsn ve Şiir namı yalnız ihtisasata müteallik mevada (duygulara ilişkin konulara) taalluk ediyor. Halbuki maksatları yalnız bu değildir. Hüsn ve Şiir’in şumul-i manasından maada (anlamının kapsamı dışında) mahsulat-ı fikriyye (düşünce ürünleri) de gazetelerinde geniş bir mevki haizdir. Binaenaleyh risalenin ismini değiştirdiler, ona Genç Kalemler dediler.”
Genç Kalemler’in ilk sayısında yer alan “Yeni Lisan” başlıklı imzasız yazı Ömer Seyfettin’ce yazılmıştır. Dilde özleşmenin savunulduğu yazıda, ulusal bir yazın oluşturabilmek için önce ulusal bir dilin gerekliliği üzerinde durulur. Derginin sonraki sayılarında da “Yeni Lisan” genel başlıklı yazılar sürer. Beşinci sayıdan başlayarak yazıların altındaki soru imi yerine “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzası konulur.
Başlangıçta Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem’in çabalarıyla çıkarılan derginin etkinliği Ziya Gökalp’ın da katılmasından sonra artar. “Milliyet, kavmiyyet kavramlarına dayalı Türkçülük düşüncesinin geliştirildiği görülür. Meşrutiyet’in ertesinde İstanbul’da kurulan Türk Derneği, Türk Ocağı gibi kuruluşlarca da bu düşünsel temel beslenir. Türk yazın tarihinde “Genç Kalemler” ya da “Yeni Lisan Hareketi” adlarıyla anılan bu girişim Milli Edebiyat akımını hazırlamış, konuşulan İstanbul Türkçesi’nin kullanıldığı, ulusal kaynaklara yönelik yeni bir edebiyat anlayışının başlangıcı olmuştur.
Milli Edebiyat yolundaki ilk örnekler, kuşkusuz akımı başlatanlarca verilir. İlkeler bellidir: Dilde yalınlık, halk yazını şiir biçimlerinden yararlanma ve hece ölçüsü, konu seçiminde yerlilik. Çok önemli bir yenilik de, daha yüzyılın başında Mehmet Emin Yudakul’un gerçekleştirdiği şiirin İstanbul dışına çıkması, Anadolu’ya açılması olgusudur. Nabizade Nazım, bunu gerçekçi bir ürün ortaya koyabilmek amacıyla Karabibik’te yapmış, ama bu deneme orada kalmıştır. Türkçülerdeyse bu seçiş, bilinçli bir tutumun ürünüdür.
Benzeri bilinç, konu olarak Türk tarihinin seçilmesinde de görülür. Siyasal durum, dolayısıyla bağlanılan ideoloji, Türkçüleri Osmanlı tarihini atlayıp uzak geçmişe, Anadolu öncesine gtimeye iter. Siyasal Osmancılığa tepkidir bu. Şiirde Ziya Gökalp, öykü ve romanda Ahmet Hikmet Müftüoğlu bu seçişin en belirgin örneklerini verirler. O yıllarda Türk Ocağı’nın çalışmalarına katılan Halide Edip Adıvar da bu eğilime kapılır. Ama Türkçülük akımı etkisindeki romanı Yeni Turan (1912) yapıtları arasında bu yolda yazılmış tek örnek olarak kalacaktır.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Milli Edebiyat Akımı
Milli Edebiyat Akımı
Milli Edebiyat akımının gelişmesinde bir nokta ilginçtir. Başlangıçta Genç Kalemler’in görüşlerine karşı çıkan kimi Fecr-i Aticiler çok geçmeden bu akımı benimsemekle kalmazlar, olumlu bileşimlere varılmasını da sağlarlar. İki önemli konuda birleşmektedirler çünkü: Dil tutumu ve konu seçimi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Genç Kalemler’in Fecr-i Ati’cilere karşı genel bir saldırıyı başlattıklarına değindikten sonra bu konuda şunları söyler: “Oysa, biz, tam bunların istediklerini yapmakta olduğumuz kanatinde idik. Nitekim, hepimiz değilse bile, Refik Halit’le ben hikayelerimizi gittikçe sadeleşen bir Türkçe ile yazmakta ve hikayelerin konularını İstanbul şehrinin dar ve kozmopolit çevresine inhisar ettirmeyip bütün memleket hayatından almakta idik (…). Gerek Refik Halit’in gerek benim üslubum daima sadeliğe doğru gelişmekte idi ve bir gün gelecek, Genç Kalemler dergisinde Yeni Lisan denilen ağdasız ve temiz Türkçe’nin en munis örneklerini vermek - en az o derginin başyazarı Ömer Seyfettin kadar - bize nasip olacaktı ve yine günün birinde, bu cereyanın en büyük önderi Ziya Gökalp, eski edebiyatçıların da bulunduğu ber mecliste, kendisine: “Üstadım, lisanımızdan Farisi ve Arabi kaidelerine göre yapılan terkipleri çıkarıp atalım, mütalaasında bulunuyorsunuz. Fakat, şimdiye kadar genç ediplerimiz arasında bu şekilde yazı yazmaya kim muvaffak olabilmiştir? sualini soran Cenap Şahabettin’e, parmağının ucuyla beni göstererek: ’İşte bu!’ diyecekti.”
Bu benzeşmede en önemli etken adı geçen sanatçıların gerçekçilik anlayışında birleşmiş olmalarıdır. Sözgelimi Ömer Seyfettin de, Yakup Kadri de Maupassant’dan etkilenmişlerdir. Ayrıca savaş yılları, önce Balkan, ardından I. Dünya Savaşlarının yarattığı koşullar siyasal çözüm arayışlarıyla birleşerek yazını da ulusallaşmaya itmiştir. 1920’lere gelirken, Milli Edebiyat akımı, şiirden öykü ve romana, kuramsal yazılardan yazın araştırmalarına, bütünüyle egemen bir akım görünümündedir. Ama artık, başlangıçtaki ideolojik içeriğinden, Turancılık ülküsünden soyulmuş olarak. Yalın bir dille yazma, konularını yaşamdan, ülke gerçeklerinden seçme ve ulusal kaynaklara yönelme ilkelerinde birleşilmiştir.
Öyle bir bütünleşmedir ki bu, anılan akım içinde İslamcı, Osmanlıcı ve gelenekçi eğilimlerden bireysel eğilimlere dek çeşitli görüşlerde sanatçılara rastlamak olasıdır. Örneğin, Mehmet Akif de, Yahya Kemal de, yazın tarihi araştırmalarında aynı bağlamda ele alınmaktadırlar bugün. Belli bir akımın belli bir döneme damgasını vurmasının sonucudur bu. Artık söz konusu olan Milli Edebiyat akımı kavramı değil, Milli Edebiyat dönemidir. Oysa konuya yazın akımları açısından bakıldığında Milli Edebiyat kavramı altında topladığımız sanatçıları değişik kümelere ayırmak gerekmektedir. Bu ayırmada ölçü, bağlanılan dünya görüşüdür.
İslamcı Mehmet Akif Ersoy, anlaşılır bir dille yazmayı benimsemesine, aruzla yazdığı şiirlerinde günlük konuşma dilini başarıyla kullanmasına ve gerçekçi bir tutumla yaşama açılmasına karşın, hem batıcılara, hem de Türkçülere bütünüyle karşıdır. Meşrutiyet döneminde batıcılığın en güçlü temsilcisi Tevfik Fikret’in usçuluk (rationalisme) ve gerekircilikle (determinisme) beslenen, bir yanıyla Tanrıtanımazlığa atheisme) ulaşan düşüncelerini eleştirir. Bir İslam düzeltimcisi olduğu için de Türkçülerle çatışır. “Kavim fikri”dir karşı olduğu. Milli Edebiyat akımının belirleyici kavramları olan ulus, ulusallık sözcükleri yoktur onda. Belerleyici kavramı ümmettir.
Yahya Kemal ise bir başka bileşimin ardındadır. Temelde Osmanlıca ve gelenekçidir. Tanpınar’ın deyişiyle, “Ona göre Türkçülük davası, Türkiye meselesidir. 1071’deki malazgirt zaferiyle yeni bir vatanda, yeni bir millet doğmuştur. Bu milletin dil ve kültürü bu yeni vatanın malıdır.” Böylece, tarih anlayışı onu Osmancılıkla Türkçülüğün bileşimine götürür. Mallarme, Valery gibi Fransız ozanlarına bağlayabileceğimiz sanat anlayışı bu görüşleriyle birleşerek neo klasik bir şiiri geliştirmesine yol açar.
Üçüncü belirgin çizgi Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın girişimlerine bağlanabilir. Ulusal kaynaklara dönüşü, halk yazınını, özellikle tarikatlar ve tekkeler çevresinde gelişen yazını örnek almak biçiminde yorumlar Rıza Tevfik. Daha önce Mehmet Emin Yurdakul’u kullandığı, Türkçülerin elinde basit bir “parmak hesabı” olan hece ölçüsü onun girişimiyle değişik bir boyut kazanır. Gerek halk yazınında derlediği, gerekse yazdığı koşma ve nefeslerle hece ölçüsünün değişik kullanım biçimlerinin örneklerini verir.
Bu çeşitli arayışların, öz ve biçimde ayrı eğilimler taşımakla birlikte, daha önce sözünü etiğim ana ilkeler çevresinde birleşip Milli Edebiyat kavramı altında toplanmaları 1917’yi izleyen yıllarda gerçekleşmiştir. Ziya Gökalp’ın 1917’de çıkardığı Yeni Mecmua dergisiyle sağlanır bu bütünleşme. İttihat ve Terakkice desteklenen dergide dönemin hemen bütün bellibaşlı sanatçıları görünürler. İttihat ve Terakki’ye karşı olduğu için sürgünde bulunan Refik Halit Karay, Ziya Gökalp’ın girişimiyle bağışlanarak İstanbul’a getirtilir ve dergide yazması sağlanır. Milli Edebiyat akımını başlatanların egemen ideolojisi Türkçülük aşılmıştır artık. Yine Ziya Gökalp, bir yapıtının adıyla varılan bileşimi şu sav sözle özetler: Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak. Günümüzde yapılacak bir değerlendirmede, 1908-1923 yılları arasında gelişen ve Cumhuriyet sonrasına da sarkan Milli Edebiyat akımının genel bir kavrama dönüşerek bir dönemde bütün Türk yazınını kapsaması, ideolojik alandaki bu geçişe bağlanmalıdır. Birbirine karşıt, giderek tepki olarak doğmuş ideolojilerin birleştirilmesi, yazında da değişik eğilimlerin ana ilkelerde birleşmesini doğurmuştur.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Hecenin Beş Şairi
Hecenin Beş Şairi
Bu dönemde, egemen ideolojilerin dışında kalarak izlenimci, simgeci bir anlayışla “saf şiir”i geliştirmeye çalışan Ahmet Haşim, Milli Edebiyat kapsamına alınamayacak tek ozandır denilebilir. İlk örneklerini Cenap Şehabettin’de gördüğümüz simgeci şiir onunla en usta, en başarılı temsilcisini bulmuştur. Bireyselliği, şiirde anlam kapalılığını ve müziksele yakın uyumu savunan Haşim’in simgeciliğinin yanı sıra, anlatımcılığın ve dışavurumculuğun (expressionisme) etkisinde kaldığı da belirtilmelidir. Onun 1920’den sonra daha yalın bir dile yönelmesi de doğrudan Milli Edebiyat akımının etkisine bağlanamaz. Tanzimat döneminde Şinasi’nin ortaya attığı anlaşılır bir dille yazmak düşüncesinin gerçekleşmesi, Türkçe’nin utkusunun sonucudur bu. Doğal bir gelişimin dışında kalamazdı Haşim.
Şiirde Mehmet Emin Yurdakul’a bağlanan Milli Edebiyat akımının en tipik sürdürücüleri, Hececiler ya da Hecenin Beş Şairi adlarıyla anılan Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek’tir. Ortaç, Bilgi Derneği’ne ilk gidişini ve Milli Edebiyat akımını benimseyişini şöyle anlatır: “Ara sıra utangaç gzölerle yüzüme bakıp gülümsüyordu Gökalp-Neden sonra bütün gücünü toplayıp; - İçtihat’a yazıyorsunuz dedi. Boynumu bir yana büktüm: - Evet… Aruzla, dedi. Boynumu öbür yana büktüm: - Evet… Sonra kapı açıldı kapandı, açıldı kapandı. Ali Canip’i o gün gördüm, Ömer Seyfettin’le o gün karşılaştım, Celal Sahir’le o gün konuştum ve Orhan Seyfi ile Enis Behiç’le o gün arkadaş oldum… Yeşil masanın başındaki konuşmayan adam konuştu o gün. Üç dilden, Türkçe’den, Arapça’dan, Farsça’dan karma bir dil yapılamayacağını anlattı. Yazı dilinin konuşma dilinden ayrılamayacağını anlattı ve Anadolu’nun bile, Karadeniz’in bile giremediği aruzun bizim veznimiz olamayacağını anlattı… Ertesi cuma Bilgi Derneği’ne geldiğimiz zaman Orhan Seyfi’nin de, Enis Behiç’in de, benim de ceplerimizde hece vezni ile, güzel Türkçe ile yazılmış birer şiir vardı.”
Ziya Gökalp’ın “Sanat” (Yeni Hayat, 1917) şiirinde özetlediği şu ilkeler,
Ziya Gökalp’ın “Sanat” (Yeni Hayat, 1917) şiirinde özetlediği şu ilkeler,
“Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir:
Leyl sizin, şeb sizin gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ada muhtaç.”
Hececilerin sanat anlayışını belirler. Ama Gökalp’ın şiirinde gördüğümüz, öğreticiliğin getirdiği kuruluk yoktur onlarda. Bunda, şiire Fecr-i Ati duyarlığıyla başlamı olmalarının etkisi büyüktür. Bir de önlerinde, yeterli sayılmasa da, yararlanabilecekleri örnekler vardı. Halk yazınından yapılan derlemeler, bu yoldaki araştırmalar ozanlarca değerlendirilmeyi bekliyordu. Onlar da bunu yaptılar. Ama toplumsal bilinç eksikliği hemen hepsini coşumculuğa sürükledi. Gerçekçi olmak isterken, savaşın da etkisiyle ulusal duyarlıklar adına gerçekçiliği yitirdiler. Doğaya, yönelişi, yurt güzelliklerinin, Anadolu’nun basmakalıp söyleşilerle görüntülenmesi olarak aldılar. Yurtseverlik, kahramanlık temlerinin egemen olduğu şiirleriyle topluma güç aşılamaktı amaçları. Sonuçta sığ bir “memleketçi edebiyat”ı geliştirdiler.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
Memleketçi edebiyat
Memleketçi edebiyat
Anadolucu yazın da diyebileceğimiz bu “memleketçi edebiyat” Cumhuriyet’in ilk yıllarında da sürmüştür. Ayrıca dönemin büyük ozanları Yahya Kemal, Ahmet Haşim aruzla yazmakta direnseler de utku hecenindir. Ali Mümtaz Arolat, Necmettin Halil Onan, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas gibi ozanlar, değişik şiir anlayışlarına bağlanmakla birlikte heceyi sürdürürler. Bu ozanlardan yalnız Arolat’a, Onan’ı, Uşaklı’yı Hececilerle birlikte “memleketçi edebiyat”ın süreği sayabiliriz. Kemalettin Kamu da bu akım içinde ele alınabilir. Ama Tanpınar, Dıranas, Kısakürek, Tarancı gibi ozanlar bir akım içinde değil tek tek değerlendirilmelidirler. Necip Fazıl gizemciliğin, Tanpınar Yahya Kemal’in, Dıranas ile Tarancı Baudelaire’in ve simgecilerin etkisindedirler, ama kendilerine özgü bir şiiri geliştirirler.
1930’lara gelirken yeni bir yazın çığırı açmak girişimiyle karşılaşılır. Milli Edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten uzak memleketçiliklerine bir tepkidir bu. Yazın tarihimize Yedi Meşaleciler adıyla geçen topluluk şu adlardan oluşmaktadır: Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi Koray. Ortak bir kitap çıkararak (Yedi Meşale, 1928) Hececilerin elinde tıkanan Türk şiirini yeni ufuklara açmaktır amaçları: “Yazılarımızı müşterek neşretmemizin sebebi, memleketimizde son edebi cereyanları gösterecek toplu bir eser vücuda getirmek arzusudur (…). Yazılarımızda ne dünün mızmız ve soluk hislerini, ne son zamanların renksiz ve dar Ayşe, Fatma terennümünü bulacaksınız. Biz her şeyden evvel duygularımızı başkalarının manevi yardımına muhtaç kalmadan ifade etmeye çalıştık.” (Yedi Meşale’nin önsözünden).
Ama tıpkı, Edebiyat-ı Cedide’ye karşı çıkıp Edebiyat-ı Cedide’nin kanatları altına sığınan Fecr-i Aticiler gibi, Yedi Meşaleciler de Yusuf Ziya Ortaç’ın Meşale dergisine sığınırlar. “Canlılık, samimiyet ve daima yenilik” sözcükleriyle özetledikleri girişimleri, temelde bu üç ilkeden de yoksundur. Bir kez, biçimde bir yenilik getirmez, hese ölçüsünden yola çıkarlar. Özde ise Verlaine, Mallarme, özellikle de Baudelaire gibi Fransız ozanlarını örnek alırlar. Yeni bir dünya görüşüne dayandıklarını söylemek de olanaksızdır. Kendi kuşağını “müstakbel abidenin malzemesini hazırlamış rençberler” olarak gören ve gençlerin “ellerindeki hazır malzeme ile yeni şaheserler yaratacaklarına” inanan Yusuf Ziya Ortaç da onlardan umudu kesip Meşale dergisi kapanınca (1 Temmuz 1928 - 15 Ekim 1928) topluluk dağılır. Kenan Hulusi Koray zaten “menşure”cidir, Muammer Lütfi yazından uzaklaşır, ötekilerse değişik yazın alanlarına kayarlar. Yalnız Ziya Osman Saba şiirde direnir. Yedi Meşaleci olarak değil, kuşkusuz.
MuSTaFa- Emekli
- Mesaj Sayısı : 1301
Yaş : 33
Sınıfım ? : Karadeniz Teknik Ünv. - Reklamcılık
İtibar Gücü : 184
Puanlama : 127673
Kayıt tarihi : 01/10/06
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz